"İyilik Merkezi"
Aşağıda, McKee'nin "Story" adlı kitabından bir bölümün çevirisi yer alıyor. Hikayenizin merkezine kimi ve
nasıl yerleştireceğinizi anlatan bir bölüm bu. Uzun süredir siteye koymak istiyordum. Kısmet bugüneymiş.
* * *
Hikaye başladığı zaman izleyici, bilinçli ya da içgüdüsel olarak, hikaye dünyasının ve karakterlerinin
değer-yüklü (iyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, yanlışlık, doğruluk vb. gibi değerler - gg) manzarasını
inceler. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, değerli olan şeyleri değersiz şeylerden ayırmaya çalışır. Seyirci
"İyilik Merkezi"ni arar. Bunu bir kere bulduktan sonra duygular ona doğru akar.
İyilik Merkezi'ni aramamızın nedeni, herbirimizin kendimizin iyi ve doğru (haklı) olduğunu düşünmesi ve
pozitif olanla özdeşleşmek istememizdir. Ruhumuzun ta derinliklerinde kendimizin kusurlu, belki de çok
kusurlu olduğunu biliriz, ama buna rağmen, bir biçimde, en azından kalbimizin iyi (doğru yerde) olduğunu
düşünürüz. En kötü insanlar bile kendilerinin iyi olduğuna inanırlar. Hitler kendisinin Avrupa'nın
kurtarıcısı olduğunu düşünüyordu.
İyilik Merkezine mutlaka kahraman ("protagonist") yerleştirilmelidir. Diğerleri de bunu paylaşabilir,
çünkü biz birden fazla karakter ile özdeşleşebiliriz, ama kahraman ile mutlaka
özdeşleşmeliyizdir/duygudaşlık kurmalıyızdır.
Bununla birlikte İyilik Merkezi ille de "hoşluk" ("niceness") anlamına gelmez. "İyi", ne olduğu kadar ne
olmadığı ile de tanımlanır. Seyircinin bakış açısına göre "iyi", olumsuzlukla ilişkili olarak ya da olumsuz bir
artzemine ("bacground") bakılarak belirlenen bir şeydir. "İyi olmadığı" düşünülen ya da hissedilen bir
evrene nazaran belirlenir.
BABA ("THE GODFATHER"): Bu filmde sadece Corleone ailesi kokuşmuş değildir, diğer mafya aileleri
de öyledir. Hatta polis ve hakimler bile rüşvete ve yolsuzluğa boğazlarına kadar batmıştır. Bu filmdeki
herkes ya bir canidir ya da bir cani ile akrabalığı vardır. Ama Corleonelerin olumlu bir özelliği vardır:
sadakat. Diğer mafya klanlarında herkes birbirini sırtından bıçaklamaktadır. BU da onları çok ama çok
kötü insanlar yapmaktadır. Baba'nın ailesinin sadakati ise onları "iyi" kötü insanlar yapmaktadır. Bu
olumlu özelliği fark ettiğimiz zaman, duygularımız ona doğru yönelir, ve kendimizi gangsterlerle bir
duygudaşlık içerisinde buluruz.
KUZULARIN SESSİZLİĞİ ("SILENCE OF THE LAMBS"): Romanın ve senaryonun yazarları Clarice'i
(Jodie Foster) olumlu odak noktasına yerleştirirler, ama Hannibal Lecter (Anthony Hopkins) etrafında da
ikinci bir İyilik Merkezi oluştururlar ve seyircinin duygularını ikisine doğru çekerler. İlk olarak Dr. Lecter'a
hayranlık uyandırıcı ve arzu edilen özellikler atfederler: çok büyük bir zeka, acı bir mizah duygusu,
centilmence bir cazibe, ve en önemlisi sakin bir kişilik. Bu kadar cehennemî bir dünyada yaşayan bir
insan nasıl bu kadar sakin ve nazik kalabilir diye merak ederiz.
Daha sonra yazarlar, bu nitelikleri başka zıt niteliklerle vurgulamak ("counterpoint") için Lecter'ın
etrafında zalim, sinik ("cynical") bir dünya kurarlar. Lecter'ın hapishane psikiatristi bir sadist ve şöhret
düşkünüdür. Gardiyanları gerizekalıdır. Hatta kafa karıştırıcı bir davada Lecter'ın yardımını isteyen FBI
bile ona yalan söyler, onu Carolina adasındaki açık cezaevine göndereceklerini söyleyerek kandırırlar.
Bir süre sonra şöyle düşünmeye başlarız: "Ne yapalım insan yiyorsa? Bundan daha kötü şeyler de var.
Şimdi aklıma gelmiyor ama..." Artık Lecter ile bir duygudaşlığa ("empathy") girmiş durumdayız. Şöyle
düşünürüz: "Eğer ben de yamyam bir psikopat olsaydım, tıpkı Lecter gibi olmak isterdim."
(Robert McKee, STORY, 347-9)
* * *
"Kurtlar Vadisi"nde neyin yanlış olduğunu anladınız mı? Eğer Polat'ı ve onun etrafındakileri "kahraman"
olarak sunarsanız, kendisine rol model (davranışları örnek alınacak kişi) arayan gençler de kaçınılmaz
olarak onun şiddet dolu davranışlarını taklit ederler. Bu, kaynattığınız zaman suyun buharlaşması,
attığınız taşın düşmesi kadar kaçınılmaz, doğal, inkar edilemez bir sosyo-psikolojik gerçektir. Bu da sizi,
eserin etkilerinden sorumlu kılar. "Ben diziyi yayınlarım, isteyen seyreder, isteyen seyretmez"
deyip bu bu sorumluluktan paçayı kurtaramazsınız. Hasta ruhlu ve kötü davranışlarda bulunan birilerini
cilalayıp beğenilir haline getirmek, gençleri önce bedava uyuşturucu ile bağımlı yapıp sonra onları suça
itmek kadar sizi sorumluluk altına sokar.
Polat'ı "doğru" bir biçimde sunmanın belki de tek yolu, onu hafif dengesiz biri olarak betimlemekti. Yani Polat'ın kullandığı şiddet, ruhsal dengesizliğinin bir parçası olarak sunulsaydı ve devlet tarafından da bu
özelliği için seçilmiş olsaydı, o zaman seyirciler Polat'tan bu kadar etkilenmezdi. Bu ruhsal dengesizliği
sonucunda bazı masum insanları öldürse, ve bunlar için de cezalandırılsa, seyirci Polat'a bu kadar
tapmazdı. Ama öyle olmadı. Cilalana cilalana kahraman statüsüne yükseltilen Polat ve adamları bilinçli
olarak katliamlar yaptılar ve dizinin en sonunda da bütün bu yaptıkları yanlarına kaldı. Sonuçta çıkan
anlam da şu oldu: "İyi bir dava için kötü davranışlarda bulunabilirsiniz." ("Sonuca giden her yol
mübahtır"ın bir versiyonu). "İyi" olmanın, "hiçbir koşul altında kötü davranış sergilememek"
olduğunu düşünmeyen geniş kitleler de bu göz alıcı önermeye balıklama atladılar. Herkesin "iyi"si kendine
göre olduğu için, ortalık aniden "iyilerin savaşı"na döndü.
Tıpkı bir yazımda (Bkz. "KORSAN: MÜYAP, BSA VE NOTTINGHAM ŞERİFİ") belirttiğim gibi,
ürünlerinizi sunduğunuz toplumun ruhundaki bazı zaafları kaşıyorsanız, bazı iştahları ahlaksızca
kabartıyorsanız, ve bunu para için yapıyorsanız, bunun sonuçlarındaki (hırsızlık, şiddet, yaralama, ölüm)
sorumluluk payınızı göz ardı edemezsiniz.