Hiç Bir Senaryo Artık Yorumsuz Kalmayacak

senaristler yönetmene çalışmalı

Türk sinemasının temel sorunlarından biri de senaryo yazmak.

 

Altın Portakal Film Festivali’ni nasıl bilirsiniz? Geçen yıla kadar akla ilk olarak, şehrin içinden sanatçıların halka el sallayarak arzı endam ettiği kortej ve ünlülerle ilgili magazin haberlerinin yanı sıra Türk sinemasının o yıl hangi istikamete gideceğine dair veriler sunulduğu mecra gelirdi. Geçtiğimiz yıl üzerine uluslararası niteliğini de giyinen festival, bu sene ilki gerçekleştirilen film market ile bir beden daha büyüdü. Bu kapsamda dünya sinemasından yönetmenler, oyuncular farklı etkinliklerle sinema meraklıları ile buluştu. Bu birlikteliklerin belki de en kayda değer olanı dünya çapında iki büyük senaristin Türkiye’ye gelerek atölye çalışması yapmasıydı. Senaryo sıkıntısı yaşayan Türk sinemacıları için şüphesiz bu birliktelik bulunmaz imkândı; lakin ne yazık ki atölyeler hak ettiği teveccühe mazhar olamadı.

Fransız Michel Fessler, dünyanın birçok ülkesinde senaryo dersi veren ve yapım şirketleri için kendine ait olmayan senaryoları da inceleyen Oscar’lı ve Cesar’lı bir senarist. ‘Farinelli’, ‘Man to Man’, ‘Serko’ gibi unutulmaz filmlerin dışında Cannes Festivali’nin açılış filmi seçilen, Cesar kazanan ve Oscar’a aday olan ‘Ridicule’ ve En İyi Belgesel Oscar’ı alan ‘İmparatorun Yolculuğu’nun senaristi. Louis Gardel de bol ödüllü ‘Himalaya’, ‘Doğu Batı’, ‘Hinduçin’ gibi filmlerin senaryosunun yazarı. Gardel, filmin hikâyesini yazarken binlerce sayfa belge okuyan, yazdığı karakterlerin hangi parfümü kullandığına kadar bütün ayrıntıları düşünen bir dramaturji uzmanı. İki usta senaristin ortak noktaları Fransız olmalarının ötesinde Fessler’in Afrika’da yetişmesi, Louis Gardel’in de Cezayir’de büyümesi. Fessler’in, “Etkilendiğim bir senarist.” dediği Gardel’le filmografileri arasında da benzerlik mevcut.

Senaryo Yazmak Trene Binmek…

Mishel Fessler’in edebiyata tutkusu 18 yaşındayken Duras’ı keşfemesiyle başlar. Çocukluğu kolonilerde geçen Fessler, onun kitaplarında tanıdığı duygularla karşılaşır. Afrika’da bir ırmak kıyısında yetiştiği o dönemlerde zenci çocuklar arasındaki tek beyazdır ve babasının akşamları anlattığı hikâyelerden çok etkilenir. Fransa’ya döndüğünde ise sonsuzluk hissi veren Afrika manzaralarının ardından sanayi banliyösünde kendini bir hücreye kapanmış hisseder adeta. Bu duyguların ilk ürünü ‘Congo’ adlı bir film projesidir fakat onu çekmek hayaliyle çaldığı kapılar kendisine yeni projeler sunar. Böylece ilk çalışması ‘Uyanış’ adlı romanın filme uyarlanması olur. Bu öneriyi başarıyla ifa eden senariste daha sonra yeni film projeleri gelir ve geri dönmek üzere rafa kaldırdığı ‘Congo’yu bir daha eline alma imkânını bulamaz.

Mishel Fessler’in kendi hikâyesini de anlattığı atölye, iki bölüm halinde gerçekleşti. Üç gün süren programda gündüzleri senaristin kült tahtına oturan filmleri izlendi, öğleden sonra da senaryoların çözümlemesi, genel çalışma tarzı hakkında konuşuldu. Fessler’in programa aldığı ‘Serko’, Man to Man’ ve ‘Ridicule’de ilk iki örnek senarist ile yönetmenin tam mutabakat sağlayamadığı, ‘Ridicule’ ise uyumda mükemmel örnek sunduğu filmler. Fakat Fessler durumdan şikâyetçi değil. Filmin son halini de beğendiğini ısrarla dile getiriyor: “Senaryo çok zengindi ama çekim şartları zorluğu nedeniyle sadık kalınamadı. Ama filmi bu haliyle de seviyorum.”

Atölyenin gerçekleştiği salonda çeşitlilik hâkim. İktisatçı da var profesyonel senaristler de, öğrenciler de, ‘atölyede ne var acaba’ diye uğrayanlar da. Üç gün süren çalışma boyunca en çok tekrar edilen konu Fessler’in senaryolarına yönetmenin müdahalesi halinde verdiği tepki. Bu meselenin tekerrür etmesinde ortalama on kişilik katılımcıların sürekli değişmesinin de payı var tabii. Fessler senaryo yazmayı bir trene binmeye benzetiyor; “Aynı trene birileri biniyor ya da iniyor.” Tren istikametinden sapmadıkça sorun teşkil etmiyor. Yönetmenin senaryoya müdahale etmesini de ihanet olarak algılamıyor. “Çıktığımız yolda benim her daim yönetmenin yanında olmam gerekiyor. Çünkü o geminin kaptanıdır, istediği takdirde boyun eğmek zorundayım” diyor. Aksi halde yönetmen koltuğuna oturulması gerektiğini vurguluyor ve belki de ideal olanın senaryo yazarının film çekmesi olduğunu düşünüyor: “Film çekim aşamasına gelene kadar yönetmen ve yapımcıyla o kadar çok konuşuyoruz ki senaryoya sadık kalıp kalmayacaklarını anlarım.” Bu nedenle yönetmenin stilini iyi tanımak önemli. Böylece çekebileceği filmleri yazmak da kolaylaşıyor: “Senaristler evde oturup filmlerini yazarken bir yönetmen için çalıştıklarını unutmamalı, yönetmen bulunmadığı takdirde filmin çekilmeme riski vardır.”

Senaryo yazarken filmin bitmiş halini kestirmek mümkün değil. Bu da işin güzel yanı diyor Fessler. Yazarken hem görsel hem duygusal düşünüyor. Çalışma tekniğini tamamen filmlerden izleyerek ve takdir ettiği senaristlerden esinlenerek belirlemiş. Zira asıl eğitimini muhasebe üzerine almış. Başlarda alaylı olduğu için güven sorunu yaşasa da örnek aldığı senaristlerin mektepli olmaması cesaretini artırmış. Senaryo çalışmalarına başlamadan önce ciddi bir ön hazırlık süreci başlıyor. Geçmişte bütün araştırmaları kendisi yapan Fessler, bazen bir karakterin ya da diyalogun bu esnada karşısına çıktığına ve araştırmaların çok faydalı olduğuna değiniyor. Şimdilerde asistanı onun adına bütün bilgi ve belgeleri temin ediyor. Ona ise bu bilgi ve belgeleri bir karaktere, mekâna ya da atmosfere dönüştürmek kalıyor.

Fakat sadece yazılı kaynaklarla yetinmeyen senarist, merkeze aldığı konulara dair mekânlara gidip atmosferi sünger gibi emmeyi tercih ediyorum diyor. “Örneğin bir köye gidip köylülerle konuşuyorsunuz ve geçmişte atalarının başına gelenleri anlatıyorlar, bu bilgileri başka türlü temin etmek mümkün değil.” diyor. Film oluşumunda yazıdan çok düşünmeye zaman ayırdığını ve zihninde oluşmadan yazmaya başlamadığını vurguluyor. Teknikle ilgili ifşa ettiği bir sırrı da kadın dergilerinin sıkı takipçisi olduğu: “Kadın ve çocuk diyalogları yazdığım için bu dergiler çok işime yarıyor.”

Aptallığa ve Irkçılığa Karşı…

Senaryo yazarken bir bakış açısına sahip olmanın zaruretine değiniyor Fessler. Genelde yazdığı senaryolarda aptallığa, ırkçılığa karşı bir tavır geliştirdiğini dile getiriyor. Duygusal olarak zayıfların da bir şeyler yapabileceğini vurgulayan Fessler, bu nedenle umut veren metinlere yoğunlaşıyor: “Biz zayıflar, aşağılanmışlar olarak daha fazlayız bu nedenle bir şeyler yapmamız gerekiyor.” Kahraman ne kadar güçlüklerle karşılaşırsa ve de güçsüzse izleyicinin o kadar çok özdeşleştiğini düşünüyor. Antikahramanların yerine kendimizi daha rahat koysak da metne aktarılan her karaktere senaristin inanması gerektiğine değiniyor. Sinemada baştaki karakterin sonunda yaşadığı hikâyeyle bir değişim geçirmesinin zaruri olduğunu belirten Fessler, seyircinin de karakter gibi filmin sonunda bir şeyler öğrenmesinin elzem olduğuna işaret ediyor. Kimi zaman senaryoya başlamadan önce onu harekete geçiren bir söz ya da duygu olabiliyor.

‘Man to Man’ filminin ana konusu 13. yüzyılda Avrupa’ya getirilen Pigmelerin hayvan gibi insanlara sergilenmesi. Senaryo her ne kadar pigmelerin bakış açısından yazılsa da yönetmen müdahalesiyle Avrupalının yaklaşımı üzerinden yeniden düzenlenmiş. Afrikalıların Avrupa’ya getirilerek hayvanat bahçelerinde sergilendiğine dair okuduğu bir makaleden etkilenmesi Fessler’i bu senaryoyu yazmaya sevk etmiş. Öyküyü çocukluğundaki deneyiminden yola çıkarak daha iyi tanıdığı Pigmeler üzerine uyarlamış. Hikâyeyi iyi bilmenin çalışma süresini kısalttığını vurguluyor Fessler. Önce parçaları birleştirmek daha sonra da ütülemek şart. Lakin sıcağı sıcağına değil muhakkak sinmesi gerekiyor. Daha çok tarihî filmler için senaryo yazan Fessler, tarihe ihanet etmemeye özen gösterdiğini vurguluyor. Bu arada Avrupalıların genelde tarihî filmler çektiği halde Amerikalıların geleceğe dair filmler çektiğine de değiniyor.

“Amerika’da dramatik imajdan anlaşılan; bir balığı suya batırıp çıkarmak, film boyunca çırpınışlarını göstermek ve film sonunda ölmezse suya tekrar atmak.” diyen Fessler, filmin Amerika’da daha çok, senarist ile yapımcı arasında şekillendiğini ve yönetmenin teknik yönüyle ilgilendiğini de ekliyor. Kendisi, dramatik kurguyu yaptıktan sonra diyalogları metne oturttuğunu söylüyor. Bu şekilde kendini daha az sınırladığını dile getiriyor. Uzun soluklu çalışmalar sonunda senaryoları ortaya çıkıyor. Şimdiye kadar en kısa süren çalışması 4 ayda bitmiş ama üç senaristle çalıştığı halde iki buçuk yılda biten senaryosu da var.

Özetle, ilk olarak sinopsis ardından treatmanı yazıyor, sekans sekans yaptığı bu çalışmada diyaloglarla doldurmuyor içlerini. Numaralandırmamasının nedeni de hikâyeyi bölmemek. Yapboz gibi işlediği senaryoyu yazarken başta mı ortada mı olduğunu bu nedenle dikkate almıyor. Bir filme çok fikir konulduğunda bütünlüğü sağlamanın zorlaştığını düşünüyor, sadelik anlaşılırlığı da kolaylaştırıyor.

KAYNAK : Aksiyon Dergisi

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol